ELMA SURAT’IN AKILALMAZ HAYATI – Jean-Jacques Sempe
Nasıl çekilirsiniz bir kitaba?
Benimkisi şöyle oldu. Bebekken güldüğümde ve ağladığımda yüzüm kızarırmış. Bu yüzden annem ve babam bana elma şekeri diye seslenirlermiş, babam hala öyle seslenir gerçi… Sevdiğinde sevgisini hissederim, acayip bir şey yaptığımda şaşkınlığını, özlemini, üzüntüsünü… Bir kelimenin içinde çok şey duyup, bir kelimede kendinizi bulmaya başlayınca bir süre sonra adınız gibi dikkatinizi çeker ya; Elma Surat’ın Acayip Hikayesi’ne benim çekilmem de böyle oldu. Sonra bir etkilenmedir sürüp gitti. Kitabın bazı bölümlerinde gözlerimin yaşardığını fark ettim. Hüngür hüngür ağlamak değil söz ettiğim. Yaşarken ifade edilemeyen şeyler olur “Bunda bir şey yok.” diye geçiştirerek akışa kendinizi bıraktığınız. Geçiştirerek diyorum çünkü içte bir yer bilir bir şey olduğunu, fakat dünyanın gerçekleri içinde ifade bulunamıyor olabilir. Sonradan hatırladığınızda, o şeyin hangi şey olduğunu anlayınca kendi küçük bedeninize hak verirsiniz. O zaman sanki o bekletilmiş duygu çıkar; bir boşluk oluşur içinizde, rahatlatır. Gözlerin yaşarması bekleyen duygunun hafifçe çıkması, benim sözünü ettiğim etkilenme de o türden bir rahatlama… Birkaç diyalog ile, birkaç söz ile öyle şeylere dokundu Elma Surat. Hadi alıntılarla devam edelim konuşmaya … Bu yazıda kitabın içinden kendi çektiğim birkaç fotoğrafa da yer vermeye çalışacağım.

Farklı olan şeylerin yeterince iyi bir gerekçesi olursa çoğunluk tarafından rahatlıkla kabul edilebilir mi?
Elma Surat, sayısız diğer çocuk gibi çok mutlu bir çocuk olabilirdi ama ne yazık ki… tuhaf bir hastalıktan mustaripti: Kızarırdı.
Deniz kıyısında geçirilen tatil günlerinin hasretini çekiyordu, çünkü en azından o zaman herkes kızarıyordu. Üstelik kırmızılıklarından epey memnun oluyorlardı.


Küçük Barış, çok tatlı bir çocuktu. İyi bir kemancı, mükemmel bir öğrenciydi. Fakat ufaklığından beri ilginç bir hastalıktan mustaripti: Sık sık hapşırıyordu. Oysa hayatta nezlenin n’sini bile duymuş değildi.
Gerekçesi herkes tarafından kabul edilen bir farklılık olduğunda; durum aynı olsa bile verilen tepkiler farklı olabiliyor. Bu durum bana, tutumun davranışlarımız üzerindeki etkisini düşündürüyor. İnsan kendi yüzüne alışır, bir süre sonra başka türlüsünü hayal edemez ya; dostluk da bana öyle geliyor. Gerçekten çok sevdiğimiz, alıştığımız dostlarımızın kendileri için “kusur” diye adlandırdıkları şeyler bizim için başka bir anlam taşıyabilir. Kitabın en içimi ısıtan diyalogları Savaş ve Barış’ın dostluklarının temelini atarken kullandıkları sahici sorular ve ifadelerdi…


Gülümserken gözlerimi yaşartan ilk sözcük bir bağlaçtı. Kitaptaki paylaştığım “Ama…” bölümünde öylece durdum. Derin bir nefes aldım, “Galiba bir ayrılık olacak, nasıl olacak acaba?” diye bir düşünce geçti içimden. Kendimi hazırladım. Yazarın amacı da bu olsa gerek. Sanki “Hayatın kırılganlığına engel olamayız fakat bunu kabul etmeyi mümkün kılabiliriz.” der gibi anlatıyor, acıyı “ama” ile bağlıyor, büyük resmin içinde gösteriyor ki hepsini bir arada kabul edebilelim. Sonra “zor” olanı da gösteriyor, küçük bedenin önemli gördüğüne aynı önemi veremeyen ebeveyn karşısındaki çaresizliği, ardından gelen alışma sürecini…
Ebeveynlerin nasıl olduğunu bilirsiniz. Her zaman yapılacak çok işleri vardır, çok meşguldürler…
Evet… hayır. Bekle biraz, baksana şu anda meşgulüm! Görüyorsunuz, işim gücüm var… Hep aynı şey! Ben de mektup arayayım isterim tabii, çok isterim! Ama o zaman, gelin siz de benim işimi yapın! Yapın bakalım işimi! Başka da bir şey istemem!..
Uzunca bir süre, Barış’ın bıraktığı mektubu ve adresi aradılar. Günler geçti. Savaş başka arkadaşlar edindi.
Çocukluk kanayan dizinin acısını oyunda unutmaya benziyor. Hayatta da öyle, ne kadar değerli ya da önemli olursa olsun, akışa direnmiyorsa kişi, yaşantıların üzerine eklenmeye devam ediyor. Evet kimi yaşantıların izi derin oluyor, bir yerlerde kendini hatırlatıyor, yok olmuyor fakat hayat da bütün gerçekliği ve neşesiyle akmaya devam ediyor. Savaş ve Barış için de böyle oluyor…
Savaş, Barış Bahçetırmığı’nı unutmamıştı, sık sık onu düşünüyordu ve ondan tekrar haber almaya çalışacağına söz veriyordu kendine. Fakat insan çocukken, nasıl geçtiğini fark etmiyor günlerin. Ve ayların… Hatta yılların. Savaş Kızıltaş büyüdü. Kızarmaya devam ediyordu. Sıklığı azalmıştı ama yine de hala biraz kızarıyordu. Koskaca bir mösyö olduğunda bile.
Fakat yaşananlar etkilemiyorsa, etkilenmeden yaşanıyorsa… Evet, sayfası üstünde durduran bir cümle de şuydu:
Herkesin koşturup durduğu büyük bir kentte yaşıyordu ve herkes gibi o da koşturup duruyordu.
Ne kadar sıradan değil mi? Ne kadar düz, ne kadar sahici…

Bu sayfada durmak istemedim. İnsan neşeli şeyler duymak için sabırsızlanıyor, içine dalmak istiyor. “Hemen hadi, anlat!” diyor içindeki ses, hazırlanmaya bile ihtiyaç duymuyor. Yine de bağlamış yazar “Ve…” ile. Hüzünlü şeylerden bağımsız değil çünkü neşeli şeyler de. Hatta önce olanlar öyle olduğu için birazdan olanlar da öyle…

Sizi hüzne boğmak istesem, sorumlulukları altında kalan iki dostun bir daha görüşmediğini yazardım. Çünkü çoğu zaman böyle olur. Bir arkadaşla yeniden bir araya gelinir, çok sevinilir, planlar yapılır. Sonra da bir daha görüşülmez. Zaman yoktur, insanların çok işi vardır, birbirlerinden çok uzakta oturuyorlardır… Görüşememelerinin binbir türlü nedeni olur…
Ama Savaş ile Barış, görüşmeye devam ettiler. Hatta çok sık görüştüler.

Bu hikaye böyle bir hikaye işte. Karşıma otursaydınız, bir kahve içerken kitabı elime alıp bunları anlatırdım size. Fotoğrafını çektiğim bölümlere muhakkak bakın isterdim. Sonra alın elinize bir de siz okuyun. Nerede durdunuz, nerede etkilendiniz, sonra ne yaptınız? Bilmek isterdim. Anlatmasanız da duyardım belki, duyar mıydım… Tuhaf mı gelirdi yoksa bunlar size… Dostluk biraz da tuhaf olmak değil mi?
Neşesiz insanların yetişkinlere yakıştırmadığı, tuhaf saydığı eğlencelere giriştiler.
Kitapta mantra gibi tekrar eden şu bölüm ise, dostluğun tanımını yapar gibiydi. Sahip olduğum, tanıdığım o hissi içimde duyup şükrettim. İnsanın o hissi içinde taşıması, “Ama…” olanları hafifletiyor, “Ve… ” olanları çoğaltıyor. Dilerim okursunuz bu kitabı, sizin de içinizi doldurur bu duygular.
Birbirlerine şakalar yapıyorlardı. Ama bazen de…
… Hiçbir şey yapmadan öylece duruyorlardı.
Bazen sohbet ediyor, bazen susuyorlardı…
… çünkü birlikteyken asla sıkılmıyorlardı.