MOMO – Michael Ende
Kitap değerlendirmesi yazmaya başladığımdan beri kitaplara daha farklı bakıyorum. Yazarının hayatını, kitabı hangi tarihte, hangi şartlarda yazdığını, ne kadar sürede tamamladığı ve daha zihnimde beliren bir sürü soruyu araştırmaya başladım. Momo’yu okumaya başlarken de büyük bir merakla araştırdım yazarını ve bu kitabını ne zaman yazdığını… Michael Ende 1929’da Almanya’da doğmuştur. Momo’yu da 1972 yılında yazmıştır. Kitabı okudukça yazıldığı tarihle ilgili hayretim arttı. Çünkü Momo günümüzü anlatıyordu tam da yaşadığımız çağın sıkıntılarını, unuttuğumuz değerleri, ne kadar eksildiğimizi, kendimize yabancılaşıp nasıl canavarlaştığımızı bir bir yüzümüze tokat gibi vuruyordu…
Kitabı okurken canım yandı, belki bildiğimiz ama yüzleşmek istemediklerimizle karşılaştım. Evet çok basit, sade akıcı bir dili var Michael Ende’nin… Okurken yaşadığım kalp sıkışmalarını, beyin uyuşmalarını saymazsam, hiç sıkılmadan, zorlanmadan okuyabildim diyebilirim.

Kimsesiz bir kız baktığımız zaman Momo… Anne sevgisinden, baba güveninden yoksun bir kız, bunların hiçbirini deneyimlememiş olmasına rağmen etrafına öyle açık, öyle sevecen, öyle hoşgörülü ki ve harika bir dinleyici. Yaşadığımız bu hız çağında kimsenin kimseyi kalpten dinleyemediği dönemde o sadece susarak, kocaman gözlerini dikkatlice ilgilisine çevirerek tüm sorunları çözmeyi başarıyor. Yanına gelen herkes giderken bir kuş gibi hafifliyor, kalbini arındırıyor. Hatta öyle etki ediyor ki; çevresine sıkıntısı olanlar birbirlerine, “Git bir Momo’ya uğra” dedikçe deyimleşiyor bu sözcük şehirde. Gerçekten dinleniyor olmak aslında anlatan kişinin kendi ile yüzleşmesine yaşadıklarına dışarıdan bakmasına yardım ediyor. Bunları yazarken Efendimizin hadisi yankılandı zihnimde. “Mümin, müminin aynasıdır”. Birbirimizi ne kadar aynalayabiliyoruz sahi! Ya da aynalamaya gücümüz yetiyor mu? Bu devirde sadece kendi dertlerimize gömülüp bize dert anlatanları gerçekten tüm kalbimizle kendimizi bir kenara koyup dinleyebiliyor muyuz? Yaşadığımız tüm sıkıntılar da buradan kaynaklanıyor gibi. Ne güzel söylemiş Michael Ende “Nasıl gözleriniz görmeye, kulaklarınız duymaya yarıyorsa, insanın yüreği de zamanı algılamaya yarar. Kör biri için gökkuşağının renkleri ve sağır biri için kuş sesleri nasıl boşunaysa, yürekle algılanmayan zaman da öyle boşa gider, kaybolur. Ama ne yazık ki düzgün atmasını bildiği halde kör ve sağır olan nice yürekler vardır.” (s. 178) Evet kalplerimiz atıyor biyolojik olarak fonksiyonunu yerine getiriyor peki biz neredeyiz, zamanı nasıl algılıyoruz? Sevdiklerimize ayırdığımız zamanı gereksiz görerek, onları kalpten dinlemeyerek aslında biz kendi kalbimize yabancılaşmıyor muyuz? Nerede bu oyunun kazandık zannettiğimiz zamanları?

Tasavvuf okumalarımdan kaynaklı sanırım bu kitaba bakışım epey farklı oldu. Duman adam olarak tasvir edilen güruhu içimizdeki ve dışımızdaki şeytanlar olarak yorumladım. Kitapta karakterlerin aklından geçenleri bilmeleri onları kendileri ile bir iç savaşa sürüklemeleri insanın varoluşundan beri süregelen nefsi ile savaşına nasıl da benziyor diye düşündüm. Gigi’nin şöhret zaafı, Nino ve Nicola’nın daha çok kazanma zaafı, Çöpçü Beppo’nun Momo’ya olan aşırı sevgi zaafı onları duman adamların (nefislerinin gafletine) tuzağına düşürmeye yetmişti. Zaman kazanmak için aslında kendilerine verilen zamanı nasıl yok ettiklerinin yanılgısına düştüklerinin farkına bile varamıyorlardı. Yaşarken idrak edemediğimiz birçok şeyi dışarıdan bakınca fark ediyoruz kitaplar buna çok yardımcı oluyor. Momo da insana gaflette olduğunu çok güzel hissettiren bir kitap. Söylesenize gerçekten sevgiyle paylaşılmayan bir zamanın kime ne faydası var ki?
Duman adamların en büyük düşmanları çocuklardı. Çünkü onlar saf sevgide kalabilen, zaman nedir bilmeden, hesaplamadan, sınırsızca hayal kurabilen canlılardı. Momo’ya uğramayı asla ihmal etmiyor, birlikte sonsuz hayal gücü ile harika oyunlar yaratıp zamanın akıp gidişine seyirci oluyorlardı. Çocukların bu özgür ve saf sevgide olan hallerini de yok etmek için şehre çocuk depoları kuruldu. Çünkü onlar sokakta başıboş gezmemeli, oyunlar oynayıp, hayal kurmamalılardı… Çocukların ellerine önceden yazılımı yüklenmiş çeşit çeşit renkli, albenili oyuncaklar, önlerine sınırları belli etkinlikler verilerek tek bir kalıba dökülmeye çalışıldı. Bir anne olarak içim acıdı, bu satırları okurken. Aynısı bizde de yok muydu? Çalışmak zorundaydık ve çocuklarımızı kreşlere hapsetmiyor muyduk, sokakların güvensizliği, giderek küçülen aile hayatlarımız belki de bizi buna mecbur bırakıyordu. Onlara ayırmadığımız zamanların vicdan azabını bir dolu oyuncakla hafifletmeye çabalamıyor muyduk? Kendimi her şeyi gören, bilen ama tıkıldığı kafesten kurtulamayan bir kuş gibi hissederek daraldıkça daraldım satırların arasında.. Sonra kaplumbağa Kassiopeia’nın sözleri geldi aklıma; “NE KADAR YAVAŞ O KADAR ÇABUK!” Bu hapishaneden bizi çıkaracak tek şeyin yavaşlamak olduğunu idrak ettim. Nefes almak ve sadece içinde bulunduğumuz andan başka bir an olmadığını bilerek yaşamak…

“Telafisi olmayan tek şey zamandır.” diye söylemişti bir büyüğüm. Bize ne kadar zaman verildi bilmemize imkan yok, iyi ki de yok. Bilmemiz gereken bu zamanı neyle nasıl dolduruyoruz; ne için, neye hizmet için kullanıyoruz. Hora ustanın her saat başı kalbimize gönderdiği o muhteşem saat çiçeklerini onların güzelliğine layık bir şekilde kalbimize güzellikler ekerek mi harcıyoruz yoksa solduruyor muyuz o bize lütfedilen değerli zamanlarımızı… Kitaptan anlatacak o kadar çok şey var ki kalbime dokunan hepsini kaleme alsam kitap kadar sürecek olmasından endişelendim.J Michael Ende çocuklara hitaben yazmaya niyet etse de bu kitap, tüm yetişkinlerin kalbinde yer edecek nitelikte.
Keyifli okumalar dileğimle..