KAYBOLUNCA NEREYE GİDERİZ? – Isabel Minhos Martins-Madalena Matosu
Yaklaştıklarımız bize bizim hakkımızda bir şeyler söyler, bu yüzden yaklaştıklarımıza bakalım kendimizi anlamak için diye düşünürüm. Bir şeyi çok sevmişsem, onda ne gördüğüme bakarım, bende neye karşılık geliyor bulmak için. İnsan temas kurmadığında insan olamıyor. Araştırmalar da bunu gösteriyor. Kiminin duygusal derisi ince; her temas içe dokunuyor, kiminin kalın; temasa geçmek, dokunmak güç… Bunun bir doğrusu, yanlışı, normali de yok üstelik. Her birimiz kendimize özgü olarak geliyoruz, bu özü bulmaya, ortaya koymaya çalışıyoruz. Eğer kendimizle hoş isek kurulan her temastan sonra yeniden kendimizle temasa geçmek yetiyor. Bir dalganın kumsala vurup çekilmesi gibi geçmekte olana huzurla yaklaşabiliyoruz, bu bir kayıpsa bile aynı zamanda oluş olduğuna saygı duyabiliyoruz. Bazen de orada olduğumuz yerde durup kaybı kabullenmeye… -mış gibi yapmaya… Belki bir gün… diye bulma hevesimizi içimizde bir yerde tutmaya çalışıyoruz. Ve belki sonra ummadığımız anda kaybettiğimizi bulduğumuzda artık hükmünün kalmadığını fark edebiliyoruz. Yine de onu bulma hevesimizi anımsayıp gülümseyebiliyoruz. Kaybolunca nereye gideriz? kitabı bana dokundu, temas etti, bir şeyleri aramamı, bulmamı, konuşmamı, keşfetmemi sağladı. İlk okuyuşta kaybettiğim bir şeyi bulmuş gibi hissettim önce. Peki neyi arıyordum? Aslında sorunun yanıtını… Kaybın tanımıyla buldurdu önce.

“Kaybolursak ve bunu kimse fark etmezse aslında kaybolmuş sayılmayız. Çünkü bir şeyin kaybolması için önce onun görülmesi, ardından da eksikliğinin fark edilmesi gerekir.
Birinin kaybolması için her zaman iki kişiye ihtiyaç vardır.
(Biri kalır, diğeri kaybolur.) “
Sonra bir soru buldurdu bana. Bir soru var kitapta, birçok sorudan daha zor olduğu ifade edilen. Bir sahne, Peki ama nereye gitti? Bir daha birbirimizi hiç göremeyecek miyiz? Sorularıyla baş başa kalanı çok iyi anlatan… İlk görüşte aynı sahne kim bilir kaç kez yaşanıyor dünya üzerinde? Diye düşündüm. Üzerine okuduğum Melisa Kesmez’in Nohut Oda’sında yine aynı sahneye şahit olur gibi oldum. Bakın nasıl yanıtlamış aynı soruyu kendi tarzında Melisa Kesmez;
Ama arkadaştan, kardeşten, çocuktan fazlasıydı o vakti zamanında inci gibi dizilmiş evleri bozup bozup, o uçaklara binip gidenler. Hemen değil ama zamanla anlıyordun ki, bir hayattı kaybettiğin, kendi hayatına bitişik bir hayat, bir komşu yaşam öyküsü. O gidince hayatlarınızın yabani bitkiler gibi yıllarca birbirine doğru büyüyüp iç içe geçtiği yeri, bu müşterek hayattaki şahsi hikâyeni, yani onun yanındaki seni de kaybediyordun. Karşılıklı oturduğunuz masaları kaybediyordun mesela. Sadece ona anlatacağın şeyleri kaybediyordun. Onu bir sabah kahvaltıya çağırma ihtimalini. Ondan ödünç alacağın ve vermeyi unutup unutup sonra el mecbur senin ilan edilen giysileri. Günlerdir içini kemiren bir meseleyi gecenin bir vakti kapısını çalıp anlatma şansını ve onun verdiği akılla belli bir yönde alacağın kararları. Yüz yıldır tanıdığın birine iç rahatlığıyla şımarma, kızma, surat asma, bozuk çalma, onunla kavga etme hakkını. Birinin sen leb demeden leblebi diyecek olmasını kaybediyordun. O, seninkilere dolanmış köklerini söküp alırken, seni de yerinden ediyordu. Aynı bahçenin çiçekleri olmak böyle bir şeydi.

Kaybolunca nereye gideriz?‘i okuduktan sonra tekrar okudum, döndüm bir daha okudum. Şimdi anlatıyorum ya, anlatırken bir daha okusam diye içimden geçiriyorum. İstediğim zaman istediğim kadar okuyabileceğimi bilmeme rağmen böyle. Bu bana insanın kendini keşfetmekten duyduğu hazzı anımsatıyor. Kitap her okuyuşta başka bir şey keşfettiriyor bana benimle ilgili. Oldum olası bir şeyleri kaybetmek fikrini kabul etmekte zorlanırım. Bir şekilde yaşatmaya, var etmeye çalışırım. Ayrılmak, mesafe koymak, bırakmak, vazgeçmek değil; kaybetmek. Kayıp olmak düşüncesi bana huzursuzluk verir. Fakat güneşin her gün bizim için kaybolması gibi, bir yerdeki kayboluş başka bir yerde varoluşa dönüşebiliyor. Bir gün batımını ufukta bırakırken duyulan haz gibi hayatın akışındaki kayboluş ve varoluş süreçlerimize de tüm varlığımızla katılmak bize düşen. Dinlenmek, yaptığımız iş ya da olduğumuz ne ise bütünüyle o olmak belki de bize düşen. İşte böyle bir kabul ediş ve gülümseme ile sonlandırdım her okuyuşta kitabı. Bazen telaşla koştururuz, olmazsa olmaz diye düşündüklerimizin peşinden, muhakkak olsun istediklerimizden; gücümüzün ne olduğuna, kabımızın ne kadarını aldığına bakarak veya bakmayarak. Sonra durduğumuzda, bize kalanlarla ve bizden kalanlarla köklenir yeniden var oluruz. Yolculuğumuza eşlik edenlere bakıp yeniden kendimizi buluruz. Bakın Melisa Kesmez yine Nohut Oda’sında bu türden bir deneyimi nasıl anlatıyor:
Latife benim için dışarının kaosunu dayanılır kılıyordu. Bana kanaatkâr olmayı öğretiyordu. Tahammül etmeyi. Bazen de boş vermeyi. Ama yalandan bir boş vermişlik değildi onunkisi. Uzun uzun düşünülmüş, muhasebesi yapılmış bir karardı; arkasında uzun bir ömrün tecrübesi vardı. Durmanın bilgeliğine ikna olmuştu. Dövüşmekten, şikâyet etmekten uzaktı. Onu bırakıp giden sahibesine bile anlayış gösteriyor, halden anlıyordu. Özlüyordu muhakkak ama bu özlem onu endişelendirmiyordu, bu özlemle yüreğini kemirmiyordu. Yalnızlığını seviyordu, beni de yalnızlığıma alışmaya, onu sevmeye, kendime ait olmaya teşvik ediyordu. Yakında bana veda edeceğini biliyor, gittiği vakit hayatımda açılması olası boşlukla şimdiden barıştırıyordu beni. “Ben önemli değilim,” diyordu, “Sen de değilsin. Kendini önemli sananların hiçbiri önemli değil. Yaşa sadece.“
Aslında bu oluşun içinde çok da önemli olmadığımızı, yaşamanın, tüm varlığınla yaşamanın ve hayata kendini sunmanın esas olduğunu anlarız… Anlar mısınız? Ben de öyle duygular, düşünceler yarattı işte. Gülümsedim durduğum yerde kendime. Kaybolunca nereye gidersin Selma? Eninde sonunda kendine…
Bu yazımda kahvenin yanına tatlı da yaptım der gibi, iki kitap üzerinden yazdım bu ayın bende bıraktıklarını. Öylesi bir aydı benim için. Aslında durduğum yerde durdum, öte yandan içimde bazı defterleri yazarak bitirmişim, artık yenilerine başlıyormuşum gibi bir sükûnet ve şefkat var. Görünürde her şey aynı, fakat içten yanan bir dönüşüm, zor geçen bir aydı. Kimseye anlatabileceğim bir şey değil; çünkü ben de bilmiyorum. Fakat söylenmeyen, adı konulmayan, huzursuz eden bazı bulanık suların aktığı, akarken son kalıntıların anımsattığı ve nihayet bir boşluğa kavuştuğum bir ay.

Bahar bitti, yaz başlıyor. Bu yaz içimize huzur getirsin. Bu yaz beraberliklerimiz, paylaştıklarımız çoğalsın ve çoğaldıkça huzurumuz da çoğalsın. Bu içten gelen dileklerim, artık kim buraya kadar okumuşsa ona ulaşsın, yani sana… Duyduysan ses ver, bileyim orda olduğunu… Maksat okumanın maksadı birlikte yaşamak. Yorum yapmak istersen, tam da buraya, hadi yap… İyi ki varsın!
Not: Kitap üzerine çok sevdiğim bir dostum, öğretmenim, meslektaşım Özden Bilgin ile de söyleşmiştik, izlemek istersen…
Her okuyuşta hemhal olman o kelimelerle ve bunu hayatının her alanına dokundurup, süzüp yorumlanan. Belki de bu, yaşayan bir şeye dönüştürüyor yazdıklarını. Nefes alan, öğreten, düşündüren… O güzel yüreğine sağlık.