BİR DÜNYÂDAN BİR DÜNYÂYA – Samiha Ayverdi

Samiha Ayverdi, 1905 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş Türk mütefekkir ve mutasavvıf yazarımızdır. Bizlerle 1,5 yaşında itibaren hatırladığı çocukluk anılarını paylaşmış bu kitabında. Ne ki o, yazılarında da sohbetlerinde de asıl eserin, “İnsana insanlık haysiyeti kazandırmak” olduğunu ısrarla ifade etmiştir. Bu yüzden tüm hayatı boyunca bütün gayretini, bütün varını bu gayenin tahakkukuna hasretti.(sf.7)

Kitabı okurken aynı zamanda bir sözlük okuyormuş gibi hissettiğim çok oldu. O kadar çok bilmediğim kelimeye maruz kalmıştım ki, hani hazine bulur da her elini attığına hayret ve sevinçle bakarsın ya öyle bir duyguydu benimkisi. Kelimelerin kimini not ettim kimini kalbime işleyerek okumaya devam ettim. Nihad Sami Banarlı  üslubu “kelimelerin izdivacı” diye tanımlamış. Onun bu tanımına göre Samiha Ayverdi’de kelimeler aşk izdivacı yapmışlar. Birbirleriyle öylesine hallihamur olmuşlar ki, o cümleleri okurken Itri’den bir beste dinliyor ya da Süleymaniye’yi seyrediyormuş gibi haz alıyorsunuz.(sf.8)

İnsan 1,5 yaşını nasıl hatırlar diye düşünmedim değil. Samiha Ayverdi’nin özel bir insan olduğunu, eserini tamamladığımda daha iyi anladım. Bazı insanlar hayatlarını insanlığa hizmete vakfederler; Allah onları hizmete layık edip yollamıştır bu dünyaya, Samiha Ayverdi de onlardan biri.

Benim de tasavvur ve tahayyül gücümün ilk imajlarını bir buçuk yaşıma götürebilmekliğim, bu kabil dağınık ve perakende hatırlardan ileri gitmez. Şayet büyüklerimin nakilleri olmamış olsaydı, belki de zihnimin ufkunda belirmiş bulunan o ilk hayallerin mekânını tespit etsem de zamanını tayin eyleyemezdim.(sf.9)

Samiha Ayverdi, Osmanlı Devletinin son zamanlarında dünyaya gelmiş ve o zorlu yıllarda gençliğini geçirmiş bir yazar. Kitapta çok değerli tarihi bilgiler de edindim. Eski konakları, konaklardaki yaşamları, savaş zamanını, açlığı, acıyı, sürgünü… Kısacası insana dair her şeyi öyle güzel bir dilden okudum ki, sanki o zamanlarda yaşıyormuşum gibi hissettiğim çok oldu.

Nice zaman sonra idrak ettim ki, her yaratılmışın kendi kabiliyeti ve ölçüsünde bir hasreti ve vuslatı vardı. Gene her yaratılmış, olduğundan bir adım ileri gitmek gayreti hatta savaşı içinde bulunuyordu. Böcek olmak, ağaç olmaktan belki bir adımı atarak ileri geçiş demekti. Ama insan olmanın saadeti, işte o, zirvenin ta kendisi idi. Hâlbuki dünyaya gelmiş bulunduğuna pişman olan bu insan kisvesinden bir an evvel soyunmak isteyenler ne kadar da çoktu. Basit bir hoşnutsuzluk karşısında ölsem de kurtulsam… Temenni ve teranesinden medet ummak, bu bıkkınlığın en basit belirtisi değil miydi? Hâlbuki hayvani ve gayriinsanî bağlarının esaretinden ölüp kurtulmadan gelecek bir ölümün ne hazin hatta ne çirkin bir ölüm olduğunu bilebilseydik, elimizdeki hayat sermayesini böyle yok pahasına harcayıp tüketmek ister miydik?(sf.24) 1974 yılında bu satırları yazmış yazar. Hayretle ve üzüntü ile okudum kitabı bu yılları düşündükçe. Değişen hiçbir şeyin olmadığını tam aksine insanlık adına daha da kötüye gittiğimizi içimde bir öfke ve hüsranla düşündüm çoğu zaman.

Ben kendimi bilmek istiyorum. İnsanlığımın kadrini bilmek, insanlığa leke süren sıfatlardan arınmak, silkinmek sıyrılmak istiyorum. İnsanoğlu için düşünmek hayli zor keyfiyet… Ama daha da zor, hatta beşeriyetin başına binbir zorluk çıkaran asıl keyfiyet dünyaya niçin geldiğini düşünmemek ve bilmemek. Kendini ikrâr, kendini inkârdan her zaman daha güç. Bunun gibi, Allah fikrini inkâr da arayanlar serisi, imanda arayanlar zümresinden her zaman daha kalabalık.(sf.28)

Tasavvufa olan ilgim sebebiyle kitap beni kendi içime, insanlığıma doğru bir yolculuğa çıkardı adeta. Cevabını bulamadığım birçok soru açıklamaları ile harika bir üslupla önüme serilmişti sanki.

Öyle ki Kur’an’ı bir iğreti elbise gibi taşımak değil, ona temessül etmek; mermer tozu imişçesine suyun dibine çöküp kalmak değil, şeker tozu imişçesine onda erimek gerektir. İmanın dış yüzüne demir atıp kalmış olanlar için yalnız şeriat vardır. Hâlbuki şeriat, tasavvufa açılan kapıya benzer. O da tıpkı Kur’an gibi peçesi açılmaya, keşfedilmeye muhtaçtır. Şeriat insan gibidir. İnsanda saklı irfan ve bilgi nasıl birdenbire inkişaf edemezse, şeriatta gizli tasavvuf sırları da elde bir adese, bir büyütücü olmadıkça, sezilemez, görülemez. İşte o adese de “kâmil insandır”.(sf.94)

31 Mart vakası, Balkan Harbi, Birinci Dünya savaşı ve Osmanlı devletinin son yılları hakkında yaşadıklarından kesitler vererek tarihi bilgileri bizimle cömertçe paylaşmış yazar. Ben tarih dersini çok severdim, kitap okuma sevgimle de birleşince olsa gerek tarihi romanlar beni kendine çok çekmiştir. Tarih yaşanmışlıklarla, hayat hikâyeleri içinde harmanlanarak okunup öğrenilirse çok daha kalıcı oluyor kanaatindeyim. Bir Dünyâdan Bir Dünyâya kitabında da tarih yaşanmışlıklarla yoğrularak anlatıldığı için insanın içine işliyor ve unutması mümkün olmuyor. Kitaptan çok alıntı verdim çünkü üslubu ifadeleri bilmediğimiz kelimelerin bize katacağı zenginliği aktarmak istedim. Tarihe, dil bilimine meraklı olan, eski insanların o zengin gönüllerinden, edebinden, derin bilgi ve donanımından istifade etmek isteyen, psikoloji ve insan davranışı ile ilgilenen herkese tavsiye ederim bu kitabı. Beni çok etkileyen satırlardan birini daha paylaşarak bitirmek istiyorum.

Fert için olduğu kadar, cemiyet için de bu, buydu. Kuşu tek kanatla bırakmamak, böylece de uçmaktan düşmeye koyup, onu lokma eylemeyi bekleyen ağızların iştihasına terk etmemek gerekti. Bilmem ki, aslında dost ve ikiz yaratılmış, şu birbirini tamamlayıcı madde ile mananın ne diye arasını açar, açar da kimsenin edemeyeceği düşmanlığı kendimize ederiz? Bu âlemde, kendi kendinin cahili olana; kendinden büyük düşman, kendi kendini bilene de; kendinden sadık dost var mıdır?(sf.168)

Burcu AYDIN


Kitap İçin TIKLAYINIZ

Bültene Kayıt Olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir