ÖĞRETMENİM MORİ’YLE SALI BULUŞMALARI – Mıtch Albom
Neden ihtiyaç duyarsınız bir kitaba?
Bu yazımda ihtiyaç duyduğum için okuduğum bir kitaptan söz açıyorum… Öğretmenim Mori’yle Salı Buluşmaları. İhtiyaç duyduğum için okudum, ihtiyaç duyduğum için yazıyorum. İçimi döker gibi… Uzun anlatabilirim, çok konuşabilirim. İçimden taşabilir dökmek istediklerim. Burası keyfi bir varoluş yeri. Burada maksat, kendimizi okumak biraz da… Hani yolculukta tanırmışsın ya arkadaşını. Uyurken, sıkıldığında, gerildiğinde, yorulduğunda, sadece iyi ve hazır olduğunda değil; telaşlı olduğu anlarda da onu görünce gerçekten tanımış olurmuşsun. Burada öyle var oluyorum ben. Korkuyorum bazen, olduğum gibi var olamamaktan, fakat yine de açıyorum kendimi. Korkularımın üzerine bastığımda, hiç görmediğim yolların açılacağına inanıyorum. Yola, yolculuğa çıkmak cesaret istiyor; yolculuğun getirdiği belirsizliklerin üzerine gidebilme, başkasının yanında kendin olarak var olabilme cesareti… Heyecanım korkumu yeniyor burada, böylece buluveriyorum ihtiyacım olan cesareti… Ben sana içimi dökerek cesaret gösteriyorum, sen de beni kendin olarak dinleyerek sabır ve anlayış geliştiriyorsun belki de… Ben nasıl okuyorum, nasıl çekiliyorum bir kitaba anlatıyorum sana. Baktığımız, gördüğümüz, aynı şeyi okumuş olsak bile çıkardığımız anlam değişiyor. Bir an, sadece bir anı birlikte paylaşıyoruz. Paylaşıyoruz diye kendimizi var hissediyoruz. Yine korkuyoruz belki ama birlikteyken daha az… “Big Panda and Tiny Dinasors” serisinde anlatıldığı gibi…


Biraz araştırsan bugün sana söz açtığım Öğretmenim Mori’yle Salı Buluşmaları kitabına dair pek çok yorum, inceleme, kitabın içeriği hakkında pek çok bilgi bulabilirsin. Ben kitabı kaçıncı kez okuyorum bilmiyorum. Filmi de var, izleyebilirsin. Ben yine kitaptan söz açıp kendimi okuyacağım, sana okuduklarımı anlatacağım. Sonunda da kitabın içinden benim sana bu kitapla gelmeme sebep olan bir parçayı paylaşacağım. “Kültürümüz üzerine konuşuyoruz.” bölümünden… Bu bölümü defalarca okudum, bir şarkıyı tekrar tekrar dinler gibi. Okuduktan sonra, içimde ne varsa dökmeye karar verdim. Anlaşılmak için de değil üstelik. Çünkü eğer anlaşılacaksan sadece tek bir bakış bile yetiyor anlaşılmaya. Bu içimi dökme kararım yakınlığı çoğaltmak için. “Beni sevenlerle ve benim sevdiklerimle kendi toplumumu oluşturmak” için. Yanlış anlaşılmaktan korkmadan var olmak için. Hadi şimdi başlasın yolculuğumuz…
Yakınlığı sürdürmek kolay mı sence? Sen mesela, yakın hissediyor musun bana? Ne kadar yakınlık beklediğin ile çok ilişkili verdiğin yanıt. Çok yakın olmak hiç kolay değil. Belki de sağlıklı değil. Fakat yakın değilsen de insan olamıyorsun… Nedir onun dengesi? Var mı bir reçetesi… Halil Cibran “Birbirinize yakın olun ama fazla sokulmayın. Çünkü tapınakları taşıyan sütunlar ayrı. Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte ama ikiniz de bir yalnızsınız unutmayın.” diyor. “Birbirinizi sevin ama sevginizin üzerine bağlayıcı anlaşmalar kurmayın.” diyor… Kolay mı sence bu dengeyi tutturmak? Kolay mı sence iletişimi sürdürmek? Sen, sen kolayca iletişimi sürdürebiliyor musun? Bence iletişimi sürdürmek de cesaret istiyor. Canını sıktığında, hoşuna gitmeyen şeyler söylediğinde, yakın olmama hakkın var. İstemediğinde bırakma hakkın. Bırakıldığında acı duyma ihtimalin. Bir köşesinden ilişerek iletişimi sürdüremiyorsun. Belki de ben sürdüremiyorum. Bununla beraber içimi döktükçe abarttığım yakınlıklarım da oluyor. Hayır, hayır bu değildi beklediğim diyor, geri çekiliyorum sonra. Bir ilişkinin içinde kendi içini döktüğünde; iletişimde olduğun kimse senin hislerini kendinden biliyor, yorumluyor, sahipleniyor, sonra seni kendisinin yapmak isteyebiliyor. Sonra duyduğun heyecan yerini kayıtsızlığa bırakıyor. Bir telin kopması gibi bitebiliyor her şey… Keşke bittiğinde bitti diyebilmek, kavanozda kahve bitmiş demek gibi kolay olsa. Varken varlığın kıymeti bilinir, yokken de olmayan oldurulmaya çalışılmaz belki öyle olsa. Fakat o kadar kolay olmuyor ne yakın hissetmek ne de bitti diyebilmek…

Sence neden bu kadar zor sadece yakın hissetmek, sadece yan yana olmak neden bu kadar zor? Neden sevdiğimizi bizim yapmak konusunda ısrarımız? Neden yakın bulduğumuzu daha çok incitme hakkı görüyoruz kendimizde? Neden izin veremiyoruz sadece sevmeye ve sevilmeye? Neden korkuyoruz bu kadar? Birinin bizim sorunlarımızı kendi sorunu gibi sahiplenip yardım etmeye çalışması, var olmamızı, iyi olmamızı istemesi neden bu kadar anlaşılmaz geliyor? Onu alıp bize ayırmak istiyoruz aman gitmesin diye… Olduğu kadar kabul etmeye, reddedilmeye, vazgeçilmeye tahammülümüz yok. Çünkü alışık değiliz. Alışmamışız. Anlam arıyoruz, niyet arıyoruz. İletişimin oluşurken oluşmasına biterken bitmesine razı olamıyoruz. Bedelini bir an evvel ödemeye ya da ödetmeye çalışıyoruz… Bedel ne ise… Başkasının sadece bize iyi gelerek kendini iyi hissedebileceğini düşünemiyoruz. Bizden de sadece bize iyi gelmesini beklemesine anlam veremiyoruz. Daha fazlasını istiyor, fazlasını bekliyor, aldıklarımıza, verdiklerimize değer biçmeye başlıyoruz. Sen başlattın, ben başlattım, sen verdin ben istemedim, ben kabul ettim, sen görmedin, aldım verdim ben seni yendim… Sonra bu basit hesaplamalarımız mide bulandırınca da kendimizi zorla ve yeniden aynı yerde bulabilmeyi bekliyoruz. Bizim kendimize gösteremediğimiz şefkati başkasından bekliyoruz. Olmayınca da hırçınlaşıyoruz. Daha önce bize iyi gelen ne ise onları reddetmeye, üstünde tepinmeye çalışıyoruz. Olana, olduğu kadara teşekkür etmeyi bilmiyoruz. Ötekine karşı gardımızı alarak yaklaşıyoruz, güvenmiyor, güveniyor-muş gibi yapıyoruz. Hayali bir yakınlık içinde yaşamayı; açıkça konuşmaya, zaman zaman reddedilmeye az da olsa sahici bir yakınlık kurabilmeye tercih ediyoruz. Sonra da yalnızlıktan dem vuruyoruz, hayatlarımızdaki anlamsızlıktan yakınıyoruz. Biz diye kuruyorum cümlelerimi, çünkü “Onlar yanlış biliyor, kimsenin suçu değil bu, bu benim suçum.” şarkısını söylüyorum içimden… Çünkü korkuyorum sen bana bunu yapıyorsun diye seni suçlamaya. Belki de suçlarken ben sana kendi eleştirdiğim şeyi yapıyorum çünkü. O iç seslerimiz öyle benziyor ki birbirimize, o kaygılar, üzüntüler, korkular, kaygılar… Öyle olmasa neden bu kadar şarkı, bu kadar şiir, böyle muhteşem sanat eserleri çıksın değil mi… O kendini kaybetme ve bulma süreci hiç bitmiyor.


Kime yanlış anlaşıldığımızı düşünüyorsak, biz de onu yanlış anlamış olabiliyoruz. Herkese hakkını teslim ettiğimizde sonbahar gibi bir şey oluyor. Yaşanan her ne ise yeşeriyor, kuruyor, renk değiştiriyor ve dökülüyor. Hiçbir şey, hiçbir ilişki aynı kalmıyor, insan bile… Tutmaya, değiştirmemeye çalıştıkça sıkışıyoruz… Belki de bu yüzden bu kadar seviyorum sonbaharı, öyle güzel vazgeçiyor ki ağaç yaprağından, yaprak dalından… Öyle güzel bir ahenkle yapıyor ki bunu… Yeşermek için dökülmek gerekiyor. Benim için öyle en azından. Sen nasıl başardın? Yüzyıllık ağaç gibisin. Nasıl böyle kaldın? Yoksa sen de sadece öyle duranlardan mısın? İçinde bu sözler geçen bir şarkı var. Aynı yakınlıkta sürmesini istemediğim bir iletişimin ardından, arkadaşım göndermiş bana şarkıyı. Onun gözünden böyle görünüyormuşum. Tuhaf bir his oldu içimde. Hani yarayı kaşırsın ya, öyle bir his. Hem haz verir hem canını acıtır. Ben başardım mı, yoksa artık içim almıyor ve kusuyor muyum? Ben başardım mı yoksa artık acıyan yerler nasır tuttu ve hikâyenin nerede tekrar ettiğini görebiliyor muyum? Hayaller kurulup kırılmadan, sevmeden, incinmeden, yanlış anlaşılmadan, ilişmeden ilişki olmuyor. Biraz kırılıyorsun, yıpranıyorsun, hırpalanıyorsun sonra gerçek oluyorsun. Vitrindeki bebekler gibi değil belki; oran buran kırılıyor, yıpranıyorsun, sonra iyi ki yaşadım diyorsun, en azından seyretmedim hayatı… İçine karıştım. Ben öyle diyorum. Biraz öfke var dilimde, hissediyor musun arkadaşım? Öfke… Yüzyıllık ağaçlar gibi duran halimin aksine bir öfke kabarıyor içimde. Yakıp yıkma isteği, kibarca değil bağırarak “hayır” deme isteği. Öfke içimdeyken yakıyor, dışarı çıkarmak da istemiyorum, çıkarken de parçalıyor çünkü. O varken odaklanmam, sağduyu ile karar vermem zorlaşıyor. Sakinleşmeye çalışıyorum. Ardında sakladığını görmeye çalışıyorum. Öfkemi toprak gibi çeksin diye bir kitaba sarılıyorum. Öğretmenim Mori’yle Salı Buluşmaları. Bana öyle iyi geliyor ki, öyle iyi geliyor ki… Sakinleşiyorum. Beni korumak için yerleşen, kendimi tehdit altında hissettiren öfke yerini anlayışa bırakıyor. Savaştığım şeyi bir kurumuş yaprak gibi bırakıyorum dalımdan. Kayıtsızlaşıyorum. Onun görmemi beklediği acı bana ait değil, şifasının bende olmadığı gibi, biliyorum. Yüzyıllık ağaçlar gibi de değilim, eğilip bükülüyorum hala fidan gibi. Kendimi bulmaya çalışıyorum. Sanki kitabın ana karakteri Mitch oluyorum, Mori’ye ben soruyorum soruları… Bir kitap karakteriyle paylaştığım yakınlık, beni bana yaklaştırıyor. Sana neden bu kadar içimi döktüm biliyor musun? Çünkü eğer bana gerçekten yakın hissediyorsan beni bana kullanmazsın. Beni dikkatle dinlemek, beni okurken ben olmak sana ağır gelmez. Beni sevmek sana acı vermez. Beni benimle bırakmak sana kendini kötü hissettirmez. Ben sana içimi döktüm ve sen de buna alan açtın diye beni kendine borçlanmış hissettirmez, kendini bana borçlanmış hissetmezsin. Neden sana içimi döküyorum biliyor musun? Korkularımın üstüne basabilmek için. Belki sen de benimle aynı korkuları taşıyorsundur, özümüz birbirinin aynısıdır. Birbirimiz için bir zaman gelir yok olursak, bu bir zamanlar var olduğumuzu değiştirmez. Eğer olmayanın içinde hayali bir varoluşu tercih ediyorsak, hala yok’un adını koyamıyorsak, bu da bizim kendimizle ilgili gidecek yollarımızı gösterebilir… İnsan düşündüklerinden, hissettiklerinden bağımsız yorumlayamıyor gördüğünü. Bugün benim gördüklerim bana bunları söylettirdi. Söyleyeceklerim bittiğinde sanki artık başka bir yerde başka şekilde bir varoluş başlayacak gibi hissediyorum. Sanki bunlar benden çıkmak için oluşmuş, başkasına şifa olacakmış gibi geliyor. Olur mu sahi? Kimbilir belki…

İşte yazımın başında bahsettiğim, beni sana getiren okuma parçası:
Mori insanların doğuştan iyi olduğuna inanırdı. Ama sonradan ne hale geldiklerini de görmüştü. “İnsanlar sadece bir tehdide maruz kaldıklarında kabalaşırlar” dedi aynı gün daha sonra. “Ve bunu yapan da bizim kültürümüz ve ekonomik sistemimizdir. Bir işi olan insanlar bile bizim ekonomimizde tehdit altındadır. Her an işini kaybedebilir. Ve insan tehdit edildiği zaman sadece kendini düşünmeye başlar. Parayı tanrılaştırır. Tüm bunlar kültürün birer parçasıdır.”
Nefesini bıraktı. “Ve bu yüzden ben bu kültüre inanmıyorum.”
Başımı salladım ve elini sıktım. Artık sürekli el ele oturmaya başlamıştık. Bu da yeni bir şeydi benim için. Daha önce olsa beni utandırabilecek, hatta iğrendirebilecek şeyler şimdi Mori’yle günlük hayatın bir parçası haline gelmişti. Mori’nin içindeki tüpe bağlı sonda torbası vücudundan çıkan yeşil sıvıyla dolu, yerde ayağımın ucunda duruyordu. Birkaç ay önce olsa midemi bulandırabilecek bu görüntü şimdi beni hiç etkilemiyordu. Mori tuvaletini yaptıktan sonra odaya yayılan koku da beni rahatsız etmez olmuştu. Tuvaletin kapısını ardından kapatabilmek ya da havayı değiştirecek bir sprey sıkabilmek gibi lükslere sahip değildi Mori. Yatağı oradaydı, çalışma masası da oradaydı – artık hayatı bu minik odadan ibaretti. Eğer benim hayatım böylesi bir üçgene sıkışmış olsaydı, ben de bundan daha iyi kokmasını sağlayamazdım.
“İşte kendi alt kültürünü yaratmakla demek istediğim buydu” dedi Mori. “İçinde yaşadığın toplumun tüm kurallarını yok say demek istemiyorum. Mesela ben sokağa çıplak çıkmıyorum. Kırmızı ışıkta geçmiyorum. Küçük şeyleri yerine getirmek sorun değil. Ama ben daha büyük şeylerden söz ediyorum; düşünme tarzımız, değer yargılarımız. Bunları kişinin kendisi seçmelidir. Bir başka kişinin ya da toplumun bu konularda belirleyici olmasına izin veremeyiz.”
“Benim durumumu örnek alalım. Şu anda utanç duymam gereken şeyler; yürüyememek, popomu silememek, bazı sabahlar ağlama arzusuyla uyanmak – aslında bunların hiçbiri özünde utanç verici şeyler değil.”
“Aynı durum kadınların yeterince ince olmayışı ve erkeklerin yeterince zengin olmayışı için geçerli. Bunlar kültürümüzün bize empoze etmeye çalıştığı şeyler. İnanma.”
Mori’ye gençliğinde niçin başka bir yere göç etmediğini sordum.
“Örneğin nereye?”
Ne bileyim, Güney Afrika olabilir, Yeni Gine. ABD kadar bencil olmayan bir yere.
“Her toplumun kendi sorunları var” derken Mori kaşlarını kaldırdı. Omuz silkmeye en yakın becerebildiği hareket buydu. “Kaçmak bir yol değil. Kendi kültürünü yaratmaya çalışmalısın.”
“Nerede yaşarsak yaşayalım, birer âdemoğlu olarak en büyük hatamız, uzak görüşlü olmamamızdır. Kim ve ne olabileceğimizi göremiyoruz. Kendi potansiyelimize bakıp var gücümüzle, olabileceğimiz tüm şeyler olmaya çalışmamız gerekir. Eğer her taraf ‘Kendi payımı hemen istiyorum’ diye bağıran insanlarla doluysa, o zaman sonuçta her şeye sahip bir avuç insandan ve yoksulların ayaklanıp bunlara el koymasını önleyecek askerlerden ibaret bir ülke haline gelebiliriz.”
Mori omzumun üstünden arkamdaki pencereye baktı. Bazen bir kamyonun sesi ya da kamçı gibi şaklayan rüzgâr duyulurdu bu pencereden. Bir süre komşuların pencerelerini seyretti ve sonra sözüne devam etti.
“Sorun şu Mitch, çoğu zaman gerçekten ne kadar çok birbirimize benzediğimize inanmak istemiyoruz. Beyazlar ve siyahlar, Katolikler ve Protestanlar, erkekler ve kadınlar. Eğer birbirimize bu kadar benzediğimizi görebilseydik, bu dünyada tek bir büyük insan ailesi olarak mutlu ve huzur içinde yaşayabilmek için çok daha fazla çaba gösterirdik. Ve bu aileyi bir arada tutmak için, kendi ailemizmiş gibi özen gösterirdik.
“İnan bunun ne denli doğru olduğunu ölüm yaklaşırken daha iyi kavrıyorsun. Hepimizin başlangıcı doğum ve sonu ölüm. Ne kadar farklı olabiliriz ki?
“İnsan ailesine yatırım yap. İnsanlara yatırım yap. Seni sevenlerle ve senin sevdiklerinle kendi toplumunu oluştur.”
Elimi hafifçe sıktı. Ben de onunkini güçlüce sıktım. Karnavallarda sıkça rastlanan, çekici kuvvetle indirdiğinizde yukarı çıkan o disk oyunundaki gibi, sıcaklığın Mori’nin vücudunda yavaş yavaş yukarı çıktığını gördüm; göğsüne, ardından boynuna, oradan yanaklarına ve gözlerine. Gülümsedi.
“Yaşamın başında, daha birer bebekken başkalarına ihtiyacımız vardır. Ve sona yaklaştığımızda, benim durumumda olduğu gibi, gene başkalarına ihtiyacımız var, değil mi?”
Sesi bir fısıltıya dönüştü. “İşin sırrı şu; bu iki durumun arasında da her zaman başkalarına ihtiyacımız var.”
Kitabı yeniden okumak isteği uyandırdı bende bu yazı, sanki daha önce öylesine okumuşum gibi..
Kimi portallarda yazılarını merakla okumayı beklediğim yazarlar var. Şimdi buna Selma’m’ın kitap incelemeleri de eklendi. Bir deneme tadında… İçinde çok başarılı tahliller var. Bir kitabın ne de güzel sindirilerek, kendi hayatına dokunmasına izin veren açıklık ve cesaretle okunabildiğini gösteriyor. Ve bu anlayış kitabi bir an önce okumaya da şevk ediyor beraberinde. Güzel yüreklerden dökülen de güzel oluyor haliyle. Dilerim hep yazdıklarınla şifalanırız:))