SOLO VE FISILTI – Tuğba Kumaş / Çizer: Berk Öztürk
Neden tanırsınız bir kitabı?
Beynimiz hep alışık olduğunu tercih etmek istermiş. Örneğin bebek, bütünüyle yabancı olduğu bir dünya ile içinde büyüdüğü annesi sayesinde bağ kuruyor, yaşamının ilk yıllarında ondan kendisini ayırt edemiyor, onun temasıyla var hissediyor kendini. Çünkü onun kokusuna, onun sesine âşina… Bütünüyle yabancı hissettiğimiz bir yerde bir şey tanıdık gelse bize, ona temas edip onunla uyumlanabiliyoruz diğer farklılıklara…Peki hep tanıdık olanlara mı yaklaşıyoruz? Hayır, bağlanma ihtiyacının yanında özgün olma ihtiyacımız da var. Kendi özümüzü ortaya koyma, bizim bu dünyaya bir farklılık getirdiğimizi gösterme ihtiyacı da duyuyoruz. Bu yüzden dışarıda gördüğümüz, duyduğumuz her şeyi kendi içimizde bir yere koyuyoruz. O tanıdık olanlar her ne ise bizim içimizde neye karşılık geliyor buluyoruz, içine biraz da bizden koyuyor sunuyoruz. Böylece özgün olduğumuzu hissediyoruz. Fakat bazen bizim o özgün tarafımız içine doğduğumuz çevre tarafından kabul görmüyor, “acayip, değişik…” hatta Kayserili tabirle söyleyeyim; “elden ayrıksı…” bulunuyoruz. İçimizde bir şey özü ortaya koymaya can atarken, dışarda kabul görmeyeceğini bildikçe içimize kapanmayı, utanmayı, kaçmayı, belki mükemmeliyetçi olmayı, ertelemeyi seçiyoruz. Neden mi? Gabor Meté çok güzel anlatmış nedenini…

İnsanların iki ihtiyacı vardır. Özgünlük ve bağlanma. Özgünlük ihtiyacı bağlanma ihtiyacına tehdit teşkil ederse, bağlanma ihtiyacı özgünlük ihtiyacına baskın çıkar.
Gabor Maté

İnsanı bunca zaman yaşatan sarsılmaz gücü değil, adaptasyon yeteneği. Özgün olma ihtiyacımız ne kadar baskın olursa olsun, bağlanma ihtiyacına tehdit teşkil ediyorsa özümüzü içimize saklamaya razı olabiliyoruz. Farklı olmaktansa törpüleniyor, uyumlanmayı tercih ediyoruz. Doğamız gereği… Fakat ne kadar saklanmış olursa olsun, küçücük bir temas noktası bize özü hatırlatabiliyor, etkileniyoruz nasıl olduğunu anlamadan içinde buluyoruz kendimizi… Artık alıştık birbirimize yol arkadaşlarım, ben nasıl konuşuyorum, neler anlatıyorum tanıyorsunuz, ne kadar farklı olursak olalım aynı yerde duruyoruz, bir sofradaki farklı lezzetlerde ve ısıdaki yemekler gibi… Maksat okumak olsun diye, bir kitaptan yola çıkıp en çok kendimi okuyorum ben. Yılın son ayında Solo ve Fısıltı bir buz kırar gibi kırdı kalbimi, çıkardı içinden yumuşak özünü ve nasıl yaptıysa yaşarttı gözümü. Kitap 6 kısa hikâyeden oluşuyor. Tuba Kumaş yazmış, Berk Öztürk çizmiş. Kitaba Berk yüzünden çekildim, onun çizgilerini kendime yakın buluyordum hep, birlikte çalıştığımız projelerden dolayı tanışma fırsatı da bulunca iyice alıştım, artık nerede olsa tanıyordum onun çizgilerini. Solo ve Fısıltı’yı da tanıdım. Tuba Kumaş’ı da Dünyanın Sonu Geldiğinde’den tanıyorum. Aynı uyumu yakalamışlar mıdır, nasıl olmuştur? gibi bir merakla almıştım elime kitabı. Fakat daha farklı olmuş. Sanki birbirlerini daha iyi anlamış, daha çok ton tutturmuşlar. Şimdi biraz daha derinleşelim, beni neden etkiledi, ben neler buldum anlatayım…

Tanıdık olan bize bizimle ilgili keşif fırsatları veriyor, kendi içimize bir ışık tutuyor “bir de şöyle bak akıllım, bak bu sözcükleri kullan, şu resim de anlatır, şu şarkıda bulabilirsin aradığını…” diyor adeta. Ben Berk’in çizimlerine çok yakın hissediyordum ama neden bu kadar yakın hissettiğimi bir türlü anlamıyordum. O da anlatabilsem çizmem diyor, anlatmıyordu. Tuba anlamış Berk’i. Berk de Tuba’yı anlamış. Nasıl kıvam almışlar birlikte, nasıl anlatmışlar ince ince… Anladım neden yaklaştığımı, nereden tanıdığımı. Her hikâyede kendimden parçalar buldum. Bir hikâye miktarınca var olduğumu hissettim hiç bilmediğim hayatlarda. Aslında ne kadar aynı olduğunu anladığında anlatma çaban da bitiyor galiba. Sadece kendi iklimini bulman, aynı frekansta titreşeceğin o sesi tanıman gerekiyor, tanıdığında da vazgeçmemen… Bazen bir ton tutturduğunu sanıyorsun fakat bir tel kopuyor, kesiliyor âhenk. Sen sanıyorsun ki âhenkti kesilen, oysa tel kopmasa da bitecekti o şarkı, tel koptu diye âhenk kalıyor aklında.
Dinleyelim mi bir şarkı bunun üzerine? Solo ve Fısıltı’nın bir şarkısı olsaydı bence Martı olurdu.
Dinlemek için:

Şimdi dönelim mi en başa, neden tanırsınız bir kitabı? Özgün ve bağlı hissettirir size. Kavganız biter, yerini anlayışa bırakır. Kalkanlarınız iner, yerine sevgi kalır. Sıkıştıran bir sevgi değil; köklenen, büyüten, iyileştiren bir sevgi. Tuba ağacının Berk etkisi olur. Selma o ağacın altında soluklanır, dinlenir, kendini bulur. Hepsi bir kitapta barış içinde, güvenle, huzurla var olur, ayrılır, devam ederler kendi hikâyelerine… İnsan insana şifa olur, insan insanı büyütür, insan insanı iyileştirir. Hep derim ki “Sanattan daha kısa bir yol yok anlamak ve anlaşılmak için…”. Yaşanan acı bile olsa sanatla çıkınca nasıl da iyileştiriyor. Konuşulmayan acı kalbi parçalıyor Shakespeare’in söylediği gibi. Bu kitap kendini yabancı hisseden nice çocuğa; evvela büyüyorum sanıp içindeki çocuğu unutan yetişkin çocuklara sevgiyle sarılmamızı, görmemizi sağlayacak. Onların muhteşem özlerini çıkaracakları ortamları oluşturmamızı sağlayacak. Farklı olanı ötekileştirmeden evvel anlamanın ve anlaşmanın yolunu bulmamızı sağlayacak.
Dilerim bir aralık bulursunuz bu kitabı okuyacak. Belli mi olur, birlikte gölgeleniriz o ağacın altında, bir hikâye miktarınca.

“…Solo, şarkı söylemeye devam ettikçe sesin peşine düşenler tepenin etrafında birikmişler. Ona altından bir taç ve hediyeler getirmişler. Sayıları artıp kalabalıklaştıkça, üstünde durdukları toprağı çulla çaputla bezeyip kütükle kalasla çevirmişler. Rahatça otursun diye Solo’ya bir taht vermişler. Tepeye gösterişli bir bayrak dikerek yeni bir krallık ilan etmişler. Bu yeni ülkeye ne isim vereceklerini tartışırlarken öyle yüksek sesle konuşmuşlar ki tek isteği şarkı söylemek olan Solo susmak zorunda kalmış. Yeniden şarkı söylemek için günlerce beklemiş ama sesler yükseldikçe yükselmiş. Solo’nun sesi unutulup gitmiş. Yalnızca Fısıltı, kimsenin duyamayacağını bilse bile onun şarkısını söylemeye devam etmiş. Kat kat yatak döşeğin, altın gümüş pırlantaların, kuş tüyü yastıkların altında kaybolan Solo, duyunca Fısıltı’yı hatırlamış şarkısını. Hatırlamış adını, arkadaşını. Aralamış armağanları…”