NAR AĞACI – Nazan Bekiroğlu
Uzun zaman sonra okuduğum ilk tarihi roman. Tarihi romanları oldum olası severim. Tarihsel gerçekleri yaşanmışlıklardan, şahit olanların dilinden öğrenmek her zaman daha kalıcı olmasına sebep oldu bende. Halen görev yaptığım kurumun daha sınavına dahi girmemiş, orada çalışmak aklımın ucundan bile geçmezken, kurucusunun hayatını, yaşadıklarını anlatan bir kitap okumuş olmam kuruma giriş mülakatımda soruları cevaplamamda çok yardımcı olmuştu. Nazan Bekiroğlu’nun okuduğum ikinci romanı Nar Ağacı. Akıcı, sade dili, duyguları ifade ederken ki doğallığı, samimiyeti beni de onunla beraber kitabın yolculuğuna çıkardı.

Tebrizli Setterhan ile Trabzonlu Zehra’nın hikâyesini okudum. Setterhan ünlü bir halı tüccarı ama öyle sadece satıcı değil. Halının dilinden, kalbinden anlayan, yapılırken verilen emeği bilip, gören ve gerçekten halıdan anlamayana da satışını yapmayacak kadar kalender bir adamdı. Dürüstlüğü, doğallığı, sözünden dönmemeyi, çalışanına değer verip, esirgemeyi hakkını daha teri kurumadan vermenin ne kadar önemli olduğunu tekrar anladım onu okurken. Âşık olmuştu ama maşukun haberi yoktu bundan. Azam, halı dokurdu hem de öyle bir dokurdu ki ilmek ilmek her nefesini, huzurunu, mutluluğunu, sevincini, öfkesini tüm duygularını görürdü Setterhan, Azam’ın eliyle dokuduğu o muazzam halılarda. Azam iplerini renklendirmek için asla doğal olmayan boya kullanmazdı. Bitki köklerinden bin bir emekle hazırladığı boyaları ile iplerini renklendirir, renklerin uyumunu ahengini çok iyi bilir özenle dokurdu halılarını. O halıların neden bu kadar bu kadar değerli olduğunu anladım. Çünkü yaşanmışlık vardı duygular vardı, ruh vardı içinde. İnsan basmaya kıyamaz verilen onca emeğin üstüne.
Zehra, daha doğduğu ilk gün annesinden ayrılmış, altı ay sonra da babasını annesinin yanına uğurlamıştı. Abisi İsmail ile anneannesi Büyükhanım ve dedesi Hacı Bey’in yanında büyümüşlerdi. İsmail ne kadar naif, içine kapanık ise, Zehra bir o kadar açık, hareketli idi. Resim yapmayı çok severdi, yetenekliydi de. Renklerin güzelliklerine hayrandı. Gökyüzüne bakardı hep ilham almak için sonra tuvaline döner renkleri birbirine harmanlayarak yepyeni renkler keşfeder özenle boyardı tuvalini. O kadar gönülden yapardı ki bunu insan bakmaya doyamazdı o resimlere. Özellikle de öğretmeni Celil Hikmet Efendi.

Balkan harbinin acıları, savaş, göç, sürgün, bizzat tanık olanların dilinden anlatılmış romanda. Rusların Trabzon’u işgal etmesi oradaki insanların çektiği acılar yüreğime dokundu. Hani hep diyoruz ya artık devir eskisi gibi değil insanlar çok zalim kötülükler arttı güven kalmadı diye. Hayır, insanlar her devirde zalimliklerini yapmışlar. Savaşın zorluğundan faydalanan fırsatçı kayıkçılar, zor zamanlarda yardım etmeyip kendini düşünen bencil insanlar, menfaatleri için gözünü kırpmadan kötülük yapanlar, her devirde varmış ve olmaya da devam edecek. Tek farkı artık her şeyin çok aleni ve kolay yayılabilir olması. Öte yandan elbette iyilik de vardı iyi insanlar, doğruyu güzeli yaşayan öğretenler de vardı romanda. Tıpkı hayat gibi madalyonun daima iki yüzü var.

Büyükhanım bana mart ayının ilk 12 gününe bakarak tüm yılın hava durumunu yorumlamayı, İsmail her ne olursa olsun halini saklamayı yalnız Allah’a sığınmayı ve umudu kesmemeyi, Azam aşkın peşinden gitmeyi ama aynı zamanda kimseyi de incitmeden, gönül alarak yaşamayı, Zehra kabullenmeyi, dik durmayı, Setterhan ise civanmertliği, yaptığın işi en güzel şekilde yapman ve emek vermen gerektiğini, merhameti, direnmeyi, vazgeçmemeyi öğretti. Bu yüzden çok seviyorum kitap okumayı. Her kitap ayrı bir hazine, yeni bir yolculuk, bambaşka bir yaşam gibi geliyor bana. Bazen bildiklerimi pekiştirip derinleştirmemi sağlıyor. Bazen de farkında bile olmadığım bir duygumu görmemi… Eminim hepimiz için öyledir. İyi ki kitaplar var.
Her şey bir bütün, her parça o bütüne ait. İçinizden bir parça bulabileceğiniz, bütüne ait olduğunuzu hissedeceğiniz bir eser. Acaba hangi parçanızı bulacaksınız bu hikâye sizin zihninize, kalbinize ne şekilde yansıyacak görmek isterseniz okumaya değecek bir kitap Nar Ağacı.