USTALIK GEREKTİREN KAFAYA TAKMAMA SANATI – Mark Manson

Usta: Bir zanaatı gerektiği gibi öğrenmiş olup kendi başına yapabilen kimse. Ustalık: beceriklilik, hüner, maharet, kurnazlık… Önce kelimelerin ne anlama geldiğini hatırlatmak istedim kendime ki beynimde iyice yerleşsin. Usta olmak için bir zanaatı öğrenmek yetmiyor kendi başına, o beceriyi daha da geliştirerek tek başına yapabilmek, ayakta kalabilmek önem arz ediyor. Düşündüm kafaya takmama konusunda nasıl ustalaşırız diye. Ya da ustalaşmalı mıyız? Önemli olan hiçbir şeyi kafaya takmamak mı yoksa kafaya taktıklarımızın değeri mi? Kafaya taktığımız şey kendimiz için, ailemiz için ve toplum için yararlı bir şey ise onu sonuna kadar kafamıza takabiliriz. Ama kafaya taktığımız şey duvarda asılı tablonun sağ köşesinin 5 mm daha aşağıda olduğu, ütünün fişini çekip çekmediğimizden bir türlü emin olamadığımız için ütüyle beraber işe gitmemiz, arkadaşımızın mesajına verdiğimiz cevabı acaba ne yazdım diye dönüp dönüp okumamız ise burada kafaya takmamamız gereken şeyler olduğu kesin J

                Pandemi döneminde aslında birçoğumuzun takıntıları arttı mesela günde 10 kere el yıkıyoruz artık, marketten aldığımız her şeyi önce deterjanla yıkayıp sonra yerleştiriyoruz. Evlerimizi sık sık sirke, çamaşır suyu vb. deterjanlarla temizliyoruz. Normal zamanda yapmadığımız, yapılsa Aa! Öyle şey mi olur? O kadarı da rahatsızlık artık diye yorumlayacağımız birçok yeni alışkanlık edindirdi bize bu salgın. İnşallah kalıcı alışkanlıklar haline gelmez hiçbirimiz için. Çünkü takıntılar insan hayatını baltalayan şeylerdir. Özgürlüğünü elinden alır, seni tabiri caizse kelepçeler ama farkında olamazsın çoğu zaman. Hani mutfakta yemek yaparken aspiratör açarız kokular çok yayılmasın diye. O uğuldaya uğuldaya çeker kokuları. Sonra işe dalıp unuturuz çalıştığını, fark edip kapatınca oh be ne çok ses çıkarıyor bu meret deriz çoğumuz. İşte takıntılı/kaygılı insanlarda o aspiratör hiç susmaz sürekli içinde bir yerde uğuldar. Ve en kötüsü aspiratör bozuktur. Filtresi yoktur ne var ne yok hurra üşüşür içine. Kuru gürültü… İnsan da filtresi olmayan zihnine gelen her türlü düşünceyi kendi gerçeği sanar ve takıntıları artar. Takıntı arttıkça uğultu artar, insanın yükü 1 iken 10 oluverir. Mark Manson bunu çok güzel açıklamış: Cehennemden geri bildirim döngüsü. ‘Mesela sürekli doğru davranmak konusunda o kadar endişelisiniz ki, ne kadar endişelendiğiniz konusunda endişe duymaya başlıyorsunuz. Veya yaptığınız her hata nedeniyle o kadar suçluluk duyuyorsunuz ki, bu kadar suçluluk duyduğunuz için duymaya başlıyorsunuz. Ya da sık sık hüzünleniyorsunuz ve yalnız kalıyorsunuz, bu size daha fazla hüzün veriyor ve bunun hakkında düşündükçe kendinizi daha yalnız hissediyorsunuz. Cehennemden Geri Bildirim Döngüsü’ne hoşgeldiniz. Bununla birkaç kez karşılaştınız değil mi? Belki şu anda bile içine düştünüz. Sakin ol arkadaşım. İster inan ister inanma, bu insan olmanın güzelliklerinden biridir. Hayvanların ikna edici düşünceleri olduğu söylenemez, ama insanlar düşünceleri hakkında düşünce sahibi olma lüksüne sahiptir.’(sf.10)

                Mark Manson tersine yasadan bahsetmiş, bu cümle beni çok etkiledi; ’Daha pozitif bir deneyimi arzu etmenin kendisi negatif bir deneyimdir. Ve paradoksal olarak, insanın negatif deneyimini kabul etmesinin kendisi pozitif bir deneyimdir.  Bu, felsefeci Alan Watts’ın “tersine yasa” adını verdiği şeydir; kendinizi daha iyi hissetmeye çalıştıkça daha az tatmin olacaksınız, zaten bir şeyi elde etmek için bunca çabalamak ona sahip olmadığınız düşüncesini güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Mutlu olmayı ve sevilmeyi arzuladıkça, çevrenizde kim olursa olsun kendinizi yalnız hisseder ve korkarsınız. Spiritüel aydınlanma peşinde koştukça, oraya ulaşmayı denedikçe daha sığ ve ben merkezci olursunuz.’(sf.13) ‘Yaşamda bir değeri olan her şey ona bağlı negatif deneyimin üstesinden gelmekle kazanılır. Negatiften kaçmaya çalışmak, onu bastırmak, sesini kısmak sadece geri püskürmesine neden olur. Istıraptan kaçmaya çalışmak da ıstırap çekmenin bir formudur. Istırap yaşamın dokusundaki sökülmez ipliktir ve onu söküp atmaya çalışmak sadece olanaksız değil, aynı zamanda yıkıcıdır da. Onu söküp atmaya çalışırken tüm kumaşı yırtarsınız. Istıraptan kaçmaya çalışmak ıstıraba çok fazla önem vermektir. Tersine, ıstıraba kafayı takmamayı becerirseniz kimse sizi durduramaz’. (Sf.15)

                Hiçbirimiz sıkıntılı şeyler yaşamayı tercih etmeyiz. Bu hep böyledir. Çocuklarımız ağladığında da hemen susturmak isteriz. İnatlaştığında, bağırdığında o an hemen bitsin sakinleşsin isteriz. Bunun sebebi süreci yönetmeyi bilmemekten ve korkularımızın baskın gelmesinden kaynaklanır. Ya hiç bitmezse ya hep ağlak bir çocuk olursa, sürekli inatlaşırsa, ya bunu huy edinirse? Oysa bu kaygılarımız onu huy edinmeyecekse de huy edinmesine sebep olur. Yani aslında bir nevi kendi ipimizi yine kendimiz çekeriz. Duygularımızı anlamaya, farkında olmaya, olduğu gibi kabul etmeye ve çözüm üretmeye odaklanırsak aslında çok daha rahat bir hayata sahip olacağız.

                ‘Genel bir kural olarak, iş kendimize gelince, hepimiz dünyanın en kötü gözlemcileriyiz.  Öfkeli, kıskanç ya da üzgünsek genellikle bunun farkına en son kendimiz varırız. Bunu yapabilmenin tek yolu da kendimiz hakkında ne kadar yanılabileceğimizi sürekli sorgulayarak kesinlik zırhımızı çatlatmaktadır. “Kıskanıyor muyum? Öyleyse neden? Öfkeli miyim? Ablam haklı olmasın sakın, belki de sadece kendi egomu koruyorum?” Bunun gibi sorular zihinsel birer alışkanlık olmalıdır. Kendimize bu soruları sormamız birçok sorunumuzu çözmemize yardım edecek alçakgönüllülüğe ve şefkate kavuşmamızı sağlar.’(Sf.134)

                Yazar kendi hayatından da örnekler vererek çok eğlenceli bir dille yazmış kitabı. Birçok yerde acınacak halimize güldürmüş, hayalleri yıkan panda metaforu ile gerçekleri tokat gibi yüzümüze çarpmış, hayatımızı daha kolay ve rahat yaşayabilmemiz için çok güzel tüyolar vermiş. Kemal Sayar bir sohbetinde şöyle demişti: “Müteal olanın, aşkın olanın parçası olduğunu anladığımız vakit hayatımız anlam bulur.” Mark Manson da şu şekilde ifade etmiş: “Kendinizden daha büyük bir şeyi sevmek, daha yüce bir bütüne katkı sağlayan bileşenlerden biri olduğunuza inanmak, hayatınızın idrak etmesi mümkün olmayan büyük bir sürecin parçası olduğunu kavramak gereklidir”.

                Dünyamız ve insanlık için zor süreçler yaşadığımız, gerçekten birçoğumuzu mental olarak zorlayan bir dönemden geçiyoruz. Bu süreçte ayakta kalabilmek, iç dünyamızı sakin tutabilmek için duygu yönetimini bilmek ve uygulamak çok elzem.  Mevlana’nın ünlü sözü geldi aklıma; Gel ne olursan ol yine gel. Duygularımıza da ne olursan ol gel deyip kucaklayabildiğimiz, ne kadar kötü hissettirirlerse hissettirsinler şefkatle sarabildiğimiz ölçüde sağlam kalacağımıza inanıyorum. Yaşadıklarımızın hepsi denizdeki dalgalar gibi… Biz o dalgalara sahil olmayı başarırsak huzur da ardından gelecektir.

Burcu AYDIN


Bültene Kayıt Olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir